Geçmişin İzleri Suşehri

Suşehri ilçesini anlatan güzel bir yazı… Suşehri ilçemizi içtenlikle anlatan bu güzel insanların emekleri kaybolmaması adına sitemiz üzerinden kayıt altına alıyoruz.

İZLER DERGİSİ’NDE SUŞEHRİ İZLENİMLERİ (1926)
İZLER ANADOLU YOLLARINDA –SUŞEHRİ-4
(Ağustos ayının sıcaklığı, Tünek köprüsünün önemi, Asap karakolu, Suşehri ovasının bereketi, Muhacirler için yapılan evler, Kaymakam ile görüşme, Said Beyzade Hasan Bey, Akcağıl Çermiği’nin ilkel hali, Beledüs’de Muallim Kemal Efendi’nin bağında eğlence, Salih Dede ile muhabbet, Suşehri ürettiği meyveleri satamıyor, Giresun yoluyla ticarette sıkıntı yaşanması, Ekonomik krizin Suşehri ticaretini etkilemesi, Tütün ziraatinden dolayı çiftçilerin zararı ve Türk ocağı binası (muhtemelen Gazino) ve faaliyetlerinden bahsetmişlerdir)
Bu yaz Ağustos, Eylül aylarında üç arkadaş Şarki Karahisar, Sivas, Tokat, Amasya, Samsun vilayetlerinde bir tedkik (araştırma) seyahatine çıkarak memleketimizi görmek ve tanımak istedik. Gördüklerimizi bu sütunlarda karilerimize (okuyucularımıza) takdim ediyoruz.
Elveda Karahisar! Yirmi gün müsaferetimiz (misafirliğimiz) esnasında her gün geçen günlerden fazla rağbet ve müsaferet (misafirlik) gördüğümüz şehir… Artık elveda! Kim bilir, daha kaç sene sonra seni ziyaret edebileceğiz. Akşam rüzgârları kavakları sarsarken ruhumuza neşe dolduran o temiz havanı kaç sene sonra tekrar teneffüs edeceğiz.
Artık İç Anadolu’ya kadar seyahatimiz başlıyordu… Öyle yerlere gidiyorduk ki şimdiye kadar bu güzel vatan parçalarına değil gazeteci, memur bir kimse de girmemişti. Suşehri, bu yolda ilk merhalemizdi.(ilk durak)
Ağustosun yedisi… Sabah çok erken arabamıza bindik. Artık garba (batıya) doğru gidiyorduk. Sabahın serin havası içinde paltolarımıza sarınmış, gittikçe alçalıyoruz. Karahisar yaylasından Kelkit vadisine iniyoruz.
Arabacımız acele ediyor. Öğle sıcağı basmadan Kelkit vadisini geçelim, çünkü sıcaktan pek bunalırız, diyor.
Yol helezonlar çizerek gittikçe iniyor. Fakat karşımızda bir sivri kaya var ki gidiyoruz, dönüyoruz fakat o hala görünüyor. Bu Dumankaya… Kelkit vadisi içinde yekpare ve büyük kaya Aramızda müthiş bir münakaşa başladı. Bu laf yarışı o kadar heyecanlı oldu ki nerede ise bir kavga ile bitecekti. Artık arabada olduğumuzu unutmuş, sanki bir salonda imiş gibi yüksek sesle ve bağırarak konuşuyoruz. Manzaralar bizi alakadar etmiyor. Arabaci seslendi:
-İşte efendiler, Kelkit göründü. Beş dakika sonra üstünden geçeceğiz.
Münakaşayı bıraktık. Baktık, önümüzde Yeşilırmak’ın en kuvvetli kolu olan Kelkit, vadilerini yararak aşağıya doğru akıyor. Irmağın üstünde Tönük? köprüsü var. Kim bilir ne zamandan yapılmış olan bu ahşap köprü harap bir halde… Eğer yakın zamanda tamir edilmezse büsbütün çökecek. Ve Suşehri ile Karahisar arasında geçit mahalli olan bu büyük köprü de büsbütün yok olacak… Biraz himmetle tamir edilecek olan geçit yakın zamanlarda yapılmazsa büyük bir masraf daha açılacak. Ve belki kışın bu iki şehir arasında irtibat da bozulacaktır. Çünkü karakış ta Kelkit geçilmez, azgın kışta Kelkit geçit vermez.
Bu köprüde Can Bey bir fotoğrafımızı çekti. Söylemeyi unutmuştuk. Bu bizim Suşehri’ne ikinci gidişimizdi. Bu seyahatimizden on beş gün evvel Karahisar’ın kıymetli muallimleri Mehmet Emin, Üstat Ahmet Fikri, Ahmet İlhami, Halit, Hasan Beylerle isimlerini şimdi hatırlayamadığımız muallimler ve kaza kurbanı Müfettiş Selahattin ve Muzaffer Aykutalp Beylerle birinci defa gitmiştik. Pek neşeli üç gün geçirmiştik. Ve bu yolu zaman kamyonla geçmiştik. Aradan üç aydan fazla bir zaman geçti. Hala o güzel günleri yad ediyoruz. Fakat kıymetli bir arkadaşın feci ölümü bizi çok müteessir ediyor
Şimdi yol Kelkit vadisini takip ediyor. Fakat öyle bozuk ki… Arabada sarsılıyoruz. Ve her an çakıllar arasında ilerleyen araba mütemadiyen sağa sola yalpa vuruyor. Aşağımızda Kelkit, dövüne dövüne, taşlara çarpa çarpa akıyor… Ve ileride Dumankaya’nın eteklerinde artık gözden kayboluyor.
Işte Asab Karakolu… Bir tepeciğin üstünde… İki jandarma bekliyor… Bu sıcak Ağustos gününde, bu çıplak dağlarda kimseler yok… Hararetin fazlalığından uçar bir kuş bile görünmüyor. Bu yeknesak, bu göz yoran manzara insanın canını sıkıyor. Kum haline gelmiş toprak ötede beride küçük tepecikler yapmış Bir defa ovaya girsek….
Şoseyi döner dönmez karşımıza yeşil ve uzun bir vadi çıktı. Ucu ta ufka dayanan bu yeşil bir, iki, üç saatten beri yorulan gözlerimize fer (ışık) veren bir manzara göstermişti… Suşehri ovası yeşil bir atlas örtünmüş kadar cazip (s.13) uzanıyordu.
Artık dağlık araziden kurtulmuş ve ovaya girmiştik. Biraz sonra yol ikiye ayrıldı. Yukarıya giden şose Erzincan’a gidiyordu ve bizim gittiğimiz şose Suşehri’ne doğru uzanıyordu.
Suşehri ufukta, arkasını bir tepeye vermiş. Bu memleket diğer Anadolu şehirleri gibi kendini saklamıyor. Uzaktan görünüyor. Bu görünüş, şehre üç, dört saatlik yolunuz olduğunu anlatıyor.
Artık sabahtan beri bozuk yollarda tırnakları ezilen, yokuş yollarda nefesleri kesilen Şahinle Deli Kız, bu dümdüz ova şosesinde -keyiflerinden olacak- bütün kuvvetleriyle bizi sürüklüyor, bir an evvel Suşehri’ne yetiştirmek istiyor. Ve hafif bir yaz rüzgarı bütün ovayı serinletiyor.
Bir tepeciğin üstüne bina edilmiş olan Suşehri, bütün ovaya hakim… Şehre girerken yeni inşaat görüyorsunuz. Bunlar muhacirler için yapılan evlermiş.
Kasabanın birçok yerleri yıkılmış… Enkazdan anlıyoruz ki Suşehri eskiden nispeten büyücek bir kaza merkezi imiş… Merdivenden çıkar gibi arabamız da şehre doğru setler aşarak çıkıyor. Nihayet çarşıya girdik. Kimsesiz bir kasaba… Sokaklara, derelerden getirilen büyük çay taşları döşenmiş… Hükümet yanında ki kahveye oturduk. Kızgın bir güneş ortalığı kavuruyor. Esen şiddetli rüzgâr çarşının tozunu kaldırıyor, damların üstüne, vadilere doğru serpiyor.
Hükümet konağı Suşehri’nin en büyük binasıdır. Yakın zamanda inşaatı bitmiş olan bina, taksimatı itibarıyla fena değildir. Kazanın genç kaymakamı ile epeyce görüştük.
Muhacirleri iskan ettiğini, artık memlekette derebeylik ruhunun söndüğünü söyledi. Halk Fırkası Mutemedi, Said Beyzade Hasan Efendi’dir. Suşehri’nin eşrafındandır. Halk kendisini seviyor Akşama doğru burada müthiş bir rüzgâr esiyor. Garptan esen rüzgar adeta insanı sürükleyecek kadar şiddetli… Hatta Can Bey kazanın fotoğrafını çekerken rüzgâr başımızdan hasır şapkalarımızı uçurmuş, taştan taşa çarparak kenarlarını hep ezmişti.
Dediler ki: Çermiğe gidelim… İşitmediğimiz bu kelimenin manasını sorduk. Kaplıca demekmiş. Ertesi günü bir yaylı tuttuk. Karahisarlı arkadaşlar ve biz, kimimiz yaylıda kimimiz beygir sırtında yola dizildik. Bir buçuk saatlik fena bir yolculuktan sonra “Geldik dediler. “Hamam nerede?” diye sorduk. “İste” dediler ve elleriyle vadinin böğründe sanki oyulmuş bir halde gözüken iki çukur gösterdiler. Kelkit vadisi içinde olan Suşehri’nin çermiği işte bu kadar ibtidai (ilkel= Öyle sıcak bir rüzgâr esiyor ki kendimi Arabistan’ın bir memleketinde zannediyorum. Pis iki havuz var. Bütün hastalıklılar aynı havuz içinde saatlerce yıkaniyorlar. Zayıf bir kükürt kokusu mağarayı andıran bu karanlık yerde ruha elem veriyor. Kaplıcayı tutana sorduk,
-Nasıl, iş var mı?
-Ne diyorsun efendi? Senenin beş ayı burası durmadan işler. Her taraftan müşteriler gelir… Kötürüm gelirler, yürüyerek giderler. Bu su, bilmezsin efendi, bu hangi derde deva değil ki… O su, ihtimal her derde deva idi. Belki kötürümleri yürütüyor İhtimal her hastalığa iyi geliyordu. Fakat bu suyun bugünkü halini görüp ondan şifa ummam bir akıllının kârı değil. Eğer sıhhî bir surette mükemmel yapılırsa şirin Suşehri’ne iyi bir varidat memba (gelir kaynağı) olabilir. Bugünkü haliyle nihayet civar köylerin hamamı olarak kalıyor.
Arkadaşlar bu havuzu temizlettiler… Ve bir iki saat su için de dinlendiler. Ne ise arabanın kaburgalarımı acıtan tahtaları üstünde, sıcaktan bunalmış, Çoban Yıldızı”nı okuyordum.
Suşehri’nin etrafı bağlarla çevrili… Her taraf erik, zerdali, vişne, kayısı, kiraz ağaçlarıyla dolu… Şehri çepçevre bağlar, halk için en iyi eğlence yeri Akşam ezanından sonra herkes bağlarda eğleniyor.
Bizi Beledis bağlarina davet etmişlerdi. Şehrin karşıyakasındaki bu bağ dümdüz ve meyvesi bol bir yer… Sık ağaçlıklar arasından Suşehri ovası görünüyor. O gece muallim Kemal Efendi’nin bağında bir gece âlemi yapacaktık. Suşehri’ne gittiğimiz günden beri etrafımızdan eksilmeyen aziz muallimler ve biz sık bir ağaçlığın altında oturduk. Gece yarısına kadar eğlendik. Ay, karşı dağlardan doğuyor. Bu Ağustos gecesinde ayın doğuşu ne şairane…
“İşte Salih Dede” dediler, “Suşehri’nin bağrı yanık, kalbi hassas ihtiyar genci…” Ve yanımızda oturan genç ilave etti: Dede, beylerin şerefine ne olur, biraz söylesek.
Dede ezelden coşkun… Sanki bu rica onun için bir emirdi. Başladı:
Bülbül bağa girmiş yakmış ovayı
Sanmış ki dağları yangınlar almış
Öfkelenmiş garip bülbül feleğe
Sanki Gülistan’dan sitemler almış…
İshak kuşu bizim bağda seslenir
Eteğinde dudu, kumru beslenir. (s.14)
Yavru sen ağlama kömür gözler ıslanır
Ve çok garip tesadüfdü. Bunu söylerken bağın karanlık bir köşesinden bir ishakın (kuşu) feryadı geliyordu.
Dede daha bir çok maniler söyledi. Vakit çok geçmişti. Yataklarımızı ağaçların alıtna serdik ve karşımızda ay, başımız üstünde yıldızlı bir gök, hafif gece rüzgarının yaprakları hışıldatan serin rüzgarı bize ninniler söylüyor. Uyuduk…
Suşehri meyvesi çok bol memleket. O kadar ki zerdali ve vişneler ağaçlarda çürümüş… Bir ihtiyara sorduk:
-Baba, niçin bunları toplamadın ?
-Niçin toplayayım efendi? Satacak bir müşteri sarf eyleyecek bir yer olmadıktan sonra…
İşte yolsuzluğun acı bir misali… Suşehri’nin de meyvesi çürüyor. Tarlasında köylülerle konuştuk. Aşârın kalkmasını nasıl bulduklarını sorduk.
-Efendi, dedi. Artık başımda benim malımı benden alan bir mütegalibe yok… Kimse elini sürmeden malımı ambara koyuyorum. Bize bugünü gösteren Gazi Mustafa Kemal Paşa. Dilerim Tanrıdan ki onu uzun seneler yaşatsın. Benim ömrümden ona katsın. Yaşasın büyük paşamız
Halk bunu candan söylüyor. Çünkü artık o evinin efendisi, malının sahibidir.
Suşehri’nin ticari muamelesi doğrudan doğruya Giresun’ladır. Kendisine lazım olan eşyayı Giresun tarikiyle (yoluyla) İstanbul’dan getirmektedir. Karahisar’dan mübayaa edenler de vardır.
Fakat halk diyor ki: Giresun’da bazı müşkülata tesadüf ediyoruz. Ordu Mesudiye tariki (yolu) yapıldıktan sonra eğer Giresun’da bu müşkülat devam ederse Ordu’ya gitmek mecburiyetinde kalırız Biz kendilerini temin ettik. Bu müşkilatın fevkalade zamanlara mahsus olduğunu, bugün Giresun’da gerek gümrük gerek diğer hususatta müşkülat kalmadığın söyledik.
Suşehri çarşısının tenha olduğunu söylemiştik. Sekiz aydan beri ticari buhran varmış. Çarşının bu kadar boş kaldığını görmemişler. Ashab-ı ziraat (çiftçiler) evvelce müsaade edilmediğinden, zamanında tütünlerini ekememişlerdir. Geç işe başlamışlar. Halk bundan mutazarrır omuştur. (zarar etmiştir)
Buraya yedi yüz (700) hane muhacir iskan edilmiştir. Bu miktarın yüz altmış (160) nüfusu kasabaya, mütebâkisi köylerine yerleştirilmiştir. Suşehri maarife teşnedir. (susamıştır) . Umumi harp seneleri içinde na-tamam kalan ve yanan mektebi, halk kendi paralarıyla yaptırmışlar, memleketlerine muhteşem fenni bir mektep binasını kazandırmışlardır. Türk Ocağı, kazanın en güzel binasıdır. Butün Suşehri ovasına hakim olan bina, manzarası itibarıyla ruha ferahlık veriyor. Her gece kasabanın mahdut gençleri bu çatı altında toplanmaktadırlar. Kaymakam Bey gençlere Fransızca dersi vermektedir.
Ocak kahvecisi Mustafa Efendi ehl-i dil (gönül ehli) bir zattır. Burada bulunduğumuz iki gün zarfında hakkımızda çok hürmette bulundu. Türk Ocağı’nı şenlendiren bu ihtiyar zattır. Gün görmüş, çok gezmiş bir adam… Şimdi ocağın hem kahvecisi hem gelen yabancıların samimi bir arkadaşıdır.
Suşehri’nde iki gün kaldık. Anadolu’nun bütün şehirleride olduğu gibi burada da gördüğümüz misafirperverlikten çok memnunuz. Şimdi gideceğimiz yer Zara idi. Yine Suşehri’nde bulunduğumuz müddet zarfında hakkımızda pek büyük lütuflarda bulunan Said Beyzade Hasan, Reji memuru Bahri, Telgraf Müdürü Necip, Jandarma Kumandanı İzzeddin ve muallim beylere teşekkürlerimizi şuracıkta tekrar eyleriz.
Derleyen : Levent Kürşat Kırca
GeçmişHaberİzlerSuşehriYazı